Vakayiname'de, Bağımsız İletişim Ağı ve Bianet'ten gazeteci-yazar Nadire Mater ile 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü öncesinde Türkiye'de kadın hareketinin dünü ve bugünü üzerine konuştuk.
(4 Mart 2022 tarihinde Açık Radyo’da Vakayiname programında yayınlanmıştır.)
(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)
Güven Güzeldere: Vakayiname’ye hoş geldiniz. 95.0 Açık Radyo'dasınız. Programı Ömer Madra, Özlem Teke ve ben Güven Güzeldere birlikte yapıyoruz. Bugün konuğumuz gazeteci Nadire Mater. Hoş geldiniz Nadire Hanım.
Nadire Mater: Hoş bulduk.
Ömer Madra: Merhaba Nadire, hoş geldin.
NM: Merhabalar. Güzel bir topluluk, teşekkür ediyorum davetiniz için.
ÖM: Biz de çok teşekkür ediyoruz.
Özlem Teke: Merhabalar, konuğumuz gazeteci-yazar Nadire Mater. Sosyal hizmet uzmanı olarak çalışırken gazeteciliğe Demokrat gazetesinde başladı. Yerel, yaygın ve uluslararası dergi, gazete ve radyolarda muhabirlik yaptı. 2000’den bu yana İPS İletişim Vakfının yürüttüğü Bağımsız İletişim Ağı, BİA’nın projeleri ve Bianet sitesinde çalışıyor. “Mehmet'in Kitabı” ve “Sokak Güzeldir” adlı iki kitabı birçok dile de çevrilmiştir. Hoş geldiniz.
NM: Hoş bulduk, teşekkürler.
GG: Şimdi, bugün 4 Mart, Cuma, haftaya 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olacak. Biz de bunu biraz vesile sayarak bu hafta ve gelecek hafta Türkiye ve dünyadan kadın hareketlerinden, feminizmden söz etmek istiyoruz. Nadire Hanım, şimdi kadına şiddetin, kadın cinayetlerinin o kadar sık oluyorlar ki neredeyse olağan haberler haline geldiği ve ülkenin vatandaşları olarak elbette kadın hareketinden konuşmak istiyoruz. Siz de bu hareketi içinden görmüş, yanında durmuş, desteklemiş, yürütmüş kişilerden birisiniz yıllardır. Biraz buradan başlasak, şu an itibariyle siz Türkiye'deki kadın hareketini nerede görüyorsunuz, nasıl değerlendirirsiniz?
NM: Şimdi, bugün Türkiye'nin kadın hareketiyle ilgili fotoğrafından ben çok memnunum işin doğrusu. Çünkü kadınlar pek çok yerde ve hatta dünyada gördüğüm başka örneklerle de kıyaslandığında çok daha fazla örgütlenmiş durumdalar; yani platformlar, inisiyatifler, bir araya gelişler, vakıflar, dernekler… Bunda tabii Türkiye'nin baskı rejiminin de etkisi var muhtemelen. Zaten kadınların mücadeleye başlangıç tarihi, önceki mücadeleleri de yadsımadan söylemek gerekiyor ki esas olarak 1980 sonrası feministlerin öncülüğünde, feminist hareketin filizlenmesi ve gelişmesiyle başladı. Bu da çok önemli bir şey ve o günden bugüne bakıldığında son derece iyi bir yerde görünüyoruz. Bunu da zaten sanıyorum şimdi konuşacağız. Özellikle İstanbul Sözleşmesi sizin duyurularınızda da yer aldığı için İstanbul Sözleşmesi'ne dönerek ben biraz konuşmak istiyorum. İstanbul Sözleşmesi'nin devletin geçen yıl feshetmesinin arkasında da çok ciddi olarak ben korkunun da yattığını düşünüyorum. Yani kadın hareketinin geldiği nokta ve tabii ki Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının nasıl bir ülke beklediği, istediğiyle de çok bağlantılı; kadınları evde oturan, boyun eğen insanlar olarak görmek istiyorlar. Aslında böyle bakıldığında İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılmasına karşı verilen her türlü mücadelenin içinde AKP'li kadınların da var olduğunu söylememiz gerekiyor. Yani Türkiye'de kadınlar bu yasaklamadan sonra -bu da mücadeleyi gösteriyor- çok iyi bir karşı çıkış ve örgütlenme içinde oldular. Aşağı yukarı bir yıldır her an ve her alanda İstanbul Sözleşmesi'yle ilgili protestolarını ve görüşlerini dile getiriyorlar. Bunların içinde AKP'li kadınlar da var. AKP'li erkekler de olabilir. AKP içinde de tartışılan bir şey bu. Dolayısıyla bence bu korkunun getirdiği aynı zamanda tehdit, tabii ki bir gözdağı meselesi. Bunu kadınların büyük ölçüde, şey yaptığını, nasıl diyeyim, karşıladığını ve tabii ki iyi bir şey değil İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesi ama geriye dönüş olmayacak anlamına da gelmiyor. Buna rağmen, aslında yaşananlara bakıldığında kadın mücadelesi devam ediyor. Yani mücadeleyi durduran bir şey değil. Bu tabii yani erkek egemenliğinin, erkek hegemonyasının yıkılması anlamında çok önemli. Şimdi geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken benim aklıma geldi, bunu şu sıra çok tekrarlıyorum; 2000’lerin başında biz Bianet’e başladığımızda kadın odaklı habercilik seminerleri yapıyorduk, Türkiye'nin her tarafına giderek. Ordu'da yaptığımız bir seminerde oraya gelen, Kars'tan gelen bir öğretmen bütün şeyi, eğitimi dağıtmak istedi. Ve şöyle diyor, şu nedenle dağıtmak istedi; “Türkiye'yi şu saate kadar bölemediler, Avrupa Birliği sizi fonlayarak aileyi parçalama yolunda görevlendirdi. O nedenle buradasınız ve ben bu toplantıya izin vermeyeceğim.” diye. Yani iktidar sonuçta bakıldığında nereden kuruluyor? Aileden başlayarak kuruluyor ve kadın mücadelesi de Türkiye'de ve dünyanın tabii ki başka yerlerinde bütün kurulan çoklu iktidarlara karşı bir mücadele, bu iktidarların yıkılmasıyla ilgili bir mücadele. Bu da AKP'nin gözünü korkutuyor.
"Kadınların güçlenmesinin iktidarı korkuttuğunu düşünüyorum"
GG: Peki, ben de müsaadenizle o zaman İstanbul Sözleşmesi üstünden bir şey sormak isterim; Geçen sene çekildiğimiz, Türkiye çekildiği zaman İstanbul Sözleşmesi'nden -bunu bir iki programda, Vakayiname’de gerçi ele almıştık- 2011 senesinde yazılıyor ve imzaya açılıyor İstanbul Sözleşmesi. 45 ülke imzalıyor, 34’ü onaylamış durumda. Türkiye ilk imzalayan, ilk onaylayan ve ilk yürürlüğe sokan ülkelerden; yürütücü, öncü bir rol üstleniyor. Fakat bu işte 45’i imzalamış, 34’ü onaylamış ülke arasında şu anda sözleşmeden çekilmiş tek bir ülke var, o da Türkiye. Diğer ülkelerde de, bazı ülkeler de sanıyorum…
NM: Polonya'da bir karşı çıkış vardı. Belki de Macaristan'da emin değilim ondan.
GG: Evet, Polonya, Macaristan gibi ülkelerde de birtakım problemler yaratıldığını görüyoruz, ama benim okuduğum kadarıyla resmi olarak sözleşmeden çekilmiş, sözleşmeyi terk etmiş olan tek ülke Türkiye. Yani 2011’de başka bir iktidar vardı, bugün işte başka bir iktidar geldi de böyle bir şeyler oldu filan da değil. Siyasi açıdan bir süreklilik yaşıyor 20 senedir, fakat 180 derece bir geri dönüş söz konusu. Bunu nasıl anlamalıyız sizce?
NM: Şimdi bunu aslında diğer alanlardaki değişikliklerle belki beraber düşünmek de gerekiyor diye düşünmek istiyorum ve söylemek istiyorum. Çünkü sonuç olarak AKP kendi yaptığı yasaları da değiştirdi zaman içinde. Pek çok şeyden vazgeçti ve yeni yeni konular da icat ediyor. Ama kadın meselesinde, kadınların güçlenmesinin de ben iktidarı korkuttuğunu düşünüyorum, onun da etkisi olduğunu düşünüyorum. Onun ötesinde yani AKP'nin genel bir, nasıl diyeyim, yürüyüşünün, bu son yıllardaki yürüyüşünün bir parçası da bu gibi ve bu konuda kendisine gelen eleştiriler, mutlaka tabii ki var. Bir de tabii ki şunu da söylemek gerekiyor, İstanbul Sözleşmesi’nin sadece kadınları değil, toplumsal cinsiyet anlamında, cinsel yönelim anlamında, cinsiyet kimliği anlamında LGBTI+’ları da içeren bir yanı var. Şimdi esasen sadece kadın meselesi değil, bunu da görmek gerekiyor. Öyle bakıldığı zaman ki pek çok yerde “İstanbul Sözleşmesi'nin şifre kodlarını açıyoruz, şifrelerini çözüyoruz” yönünde haberler, yazılar falan çıktı. Yani bir yandan kadınlara doğru giderken esas olarak da, belki de daha az dinlendirilen kısmı LGBTI+’larla ilgili bir durum daha var.
GG: Evet. Peki ben bir şey daha söyleyeyim; şimdi siz kadın hareketinin durumunu iyi görüyorum dediniz Türkiye'de. Bunu tabii kadının durumunu iyi görüyorum demekle karıştırmamak lazım. Kadınların haliyle iyi değil, fakat buna karşı kadınların örgütlenmesi, mücadelesi bence de aslında örnek alınacak bir seviyede. Öte yandan görüyoruz ki işte kadınlar her alanda erkekler kadar katılamıyorlar olan bitene; mesela işte kabineye bakıyoruz erkeklerle dolu bir kabine. Belki sembolik olarak bir ya da iki kadın bazen içinde oluyor. Akademiden işte diğer istihdam alanlarına kadar bu durum böyle. Dolayısıyla Türkiye'nin ilerlemesi gereken, adım atması gereken, kadının durumunun gelişmesi konusunda yapması gereken çok şey var gibime geliyor. Burada elbette kadın hareketi büyük bir katkıda bulunmakta, fakat sizce en acil olarak -kadınların durumunun iyileştirilmesi açısından- üstünde durmamız gereken alanlar ve yapılması gereken şeyler neler?
NM: Çok büyük bir soru bu tabii, ama şöyle söyleyeyim ben; aslında şu anda kadınların -yani sizin verdiğiniz örneklerden yola çıkarak bakarsak- bir kadın temsili meselesi var. Yani dünyanın yarısı kadınlardan, yarısı da erkeklerden ve bütünün içinde de LGBTI+’lardan oluşuyorsa bu anlamda temsillerin de çok önemli olduğunu görmek gerekiyor. Temsil meselesinde de verilen mücadelede aslında tabii ki geçmişe göre -çok normal- bunu bir, hani büyük bir başarı olarak söylemiyorum, ama bir çoğalma var. Söz gelimi akademiden söz ettiniz; akademide bilebildiğim kadarıyla ve Avrupa'yla da karşılaştırıldığında kadın temsili akademisyenler içinde oransal olarak kadınlar yarıya yakın ya da belki de fazla. Ama tabii oradaki esas kilit durum şunda ortaya çıkıyor sanıyorum; karar vericilerle ilgili. Karar vericilerle tabii ki bu oran epeyce bir düşüyor. Şimdi Türkiye'deki sorunun ben şurada düğümlendiğini düşünüyorum; yani bu mücadele, Türkiye'deki iktidarları -çoklu anlamda, sadece siyasal iktidar değil, hayatın bütün alanlarındaki iktidarları- yıkma mücadelesi olarak tariflersek biz kadın hareketini, bu nerede gelip düğümleniyor? Esas olarak erkek şiddetiyle. Yani erkek şiddetine karşı verilen mücadele o kadar aslında şey yapıyor ki, nasıl diyeyim, kapsayıcı bir halde ki aslında diğer verilenler ki aslında temsil ile ilgili, istihdamda yer almayla ilgili bütün bu alanlarda çok çeşitli örgütlenmeler ve mücadeleler var. Ama en çok konuşulan, yani ben bunu mesela Bianet’te, biz de sonuçta küçük bir kadroyla yayın yapıyoruz ve bu yayınlarda çok daha fazla toplumsal cinsiyet odaklı haberler yapmak istediğimiz halde şiddet haberleri önüne geçiyor her şeyin. Yani böyle bir şey var, sorun var. Bu sorunun aşılmasının yolu aslında tabii bu şiddet olaylarının azaltılmasından geçiyor. Orada şöyle bir parantez açmak istiyorum ben; biz 2008-2009 yıllarında ki işte yine aynı şekilde, kadın katli, kadın cinayetleri vuku bulurken şöyle bir şey olmuştu, ya biz her gün bu haberleri yaparsak aslında hiçbir şey yapamayacağız. Yani bütün diğer alanlarda kadının durumuyla ilgili sorun oluşturan alanlarda -ki bu çok fazla- o zaman hiçbir şey yapamayacağız. O zaman bizim 2009’dan bu yana düzenli olarak, aylık yaptığımız çeteleler gündeme geldi. Yani biz artık bunları günlük yapmayalım çok özel durumlar olmadıkça, döküm yapalım ve döküm üzerinden tartışalım diye kendimize alan açmak istedik daha çeşitli haberler yapabilmek için, daha bizden beklenen haberler yapabilmek için. Şimdi o anlamda bakıldığında bu durum -tabii bunları ölçmek çok mümkün değil ama- aslında yine de devam ediyor bir nevi. Yani biz şiddetle ilgili, şiddete karşı, erkek şiddetiyle uğraşmak bizim için hakikaten… Kim o fiziksel şiddet? Tabii biz bunu yaydığımız zaman erkek şiddetinin, bütün diğer farklı şiddet türleri, yani ekonomik şiddet, sözel şiddet… Bütün kadınlar hepimiz bunları yaşıyoruz biz. İş yerinde yaşıyoruz, evimizde yaşıyoruz, sokakta yaşıyoruz… Bunlarla baş etmek çok zor. Yani bu kadar büyük bir mücadele konusu olunca bazı şeylerde eksik kalınıyor diyemeyeceğim ama duyulması ve ısrar ve inat edilmesi daha bir zorlaşıyor diye düşünüyorum.
"Savaş sonrasında kadınlar unutuluyor, savaşan erkekler madalya alıyor"
ÖM: Ben de ufak bir şey ekleyeyim, yani daha doğrusu bakışı Türkiye'den biraz daha global bir şeye kaydırmak istiyorum -yani bizim sürekli olarak yıllardır yaptığımız yayınlarda da dikkatimi çeken bir husus- özellikle bu en önemli, işte IPCC'nin son raporuyla da iyice ortaya çıktı ki artık bir saniye, bir salise bile yok kaybedecek bu iklim ve biyolojik çeşitli krizler karşısında ve özellikle de dünyanın en yoksul ve en az katkıda bulunan kesimleri en çabuk yok olup gidecek durumda olanlar zaten, en çok etkilenenler. Onlara karşı mücadeleyi de yapan dünyanın dört bir tarafındaki hareketlerde kadınlar, genç kızlar başı çekiyor. Özellikle de mesela beklenmeyecek yerlerde, işte Hindistan'dan -yani alışık olmadığımız diyeyim, o şekilde yani İsveç’ten normaldi belki Gredat Tunberg'in başı çekmesi, o da yaşı çok küçük olması açısından dikkat çekiciydi tabii ama- Amazonlar'daki yerli kabilelerden, özellikle de yerlilerden filan müthiş bir yükseliş var ve kadınlar kesin olarak başı çekiyor. Şimdi bir şeyi de daha da net göreceğiz; bu savaş meselesiyle de bağdaştırdılar Ukrayna'ya karşı girişilen istilada, işte 3 Mart'tan başlayarak bütün hafta boyunca barış hareketlerini de düzenliyorlar dünyanın dört bir tarafında. Haritaya bakınca insanın başı bile dönebilir yani. Ve onların da büyük ölçüde, bir kısmında en azından diyeyim genç kızların ve kadınların başı çektiği, başarısının da, senin Nadire biraz önce Türkiye'deki durumda iyi dedin, bence dünyada da böyle bir şey var. Ne dersin?
NM: Kesinlikle öyle. Yani ben Türkiye'deki durumu, dünyayla ilgili bildiğim kadarıyla -tabii ki yanlışa düşmek mümkün ama- yani yayılması anlamında, küçük yerleşimlere kadar uzanması anlamında kadınların bir araya gelişlerinin bayağı böyle bir özel bir durum arz ettiğini düşünüyorum. Tabii ki aslında işte savaş, yoksulluk, bütün bunlar -hani lafı uzatmaya gerek yok- öncelikle kadınlar ve çocuklarla bağlantılı bir şey oluyor. Yani sonuçta savaşa karşı olanlar da, savaştan yana olanlar da bunu görüyorlar ve herkes, daha doğrusu savaş yanlıları, bunu ona göre de kullanabiliyorlar. Şimdi o nedenle, yani savaş kararlarını verenler sonuçta kadınlar değiller. Ben baktım, Belarus'taki diyalog masasında oturuyorlar, hiç kadın yoktu. Yani hiçbir kadının orada olmaması hakikaten insanı ürpertiyor ve bana göre barış umutlarına da şey yapıyor, nasıl diyeyim, gölge düşürüyor diyeceğim. Oysa Birleşmiş Milletler'in de bu yapılan farklı birtakım düzenlemelerde, barış görüşmelerinde barış görüşmesinin masalarının nasıl kurulacağı, kadın oranlarının, kadın-erkek oranlarının nasıl olacağına dair düzenlemeler var, ama hiçbir şeye dikkat edilmiyor. Yani kadınların aslında işleri o kadar zor ki… Ve iyi derken ben şöyle demeye çalışıyorum bir yandan da; yani bütün bu savaşa karşı çıkmak, yoksulluğa karşı çıkmak, çocuklarla birlikte olmak, çocukların korunması, bütün bunlar kadınlarla ilgili ve kadınların bu konudaki mücadelesi ve aslında hayatını engelleyen ve zora sokan erkek iktidarlarının eğitilmesini de ben çok çaresiz bir durum olarak görüyorum. Hakikaten eğitilemiyorlar bir türlü. Hakikaten erkekler çaresiz vakalar yani. Yani sözüm meclisten dışarı demeyeceğim, diyeyim mi bilmiyorum ama hakikaten böyle. Bu çok zor bir iş.
ÖM: Ya dün şey vardı, Stalingrad Kuşatması’ndan sağ kurtulanlardan, ender sağ kurtulanlardan bir kadın, 77 yaşında, gene savaşı protesto ederken gene gözaltına alınıyor. Yani aklın alacağı işler değil bunlar ya.
NM: Evet, evet.
ÖM: Kadının duruşu falan muhteşem yani.
MM: Kadınlar mücadele ediyorlar, İkinci Dünya Savaşı'nda da böyle. Yugoslavya'dan, şu anda hatırlıyorum, epeyce bir kadın işlerini bırakıp militanlar oluyorlar ve savaşıyorlar. Savaş sonrasında o kadınlar unutuluyor, savaşan erkekler madalya alıyorlar. Yani şimdi böyle bir şeyle karşı karşıyayız. Ben aslında şeye dönmek istiyorum bir sorunuz yoksa Güven bey, mutlaka sizden bir soru gelecektir ve bekliyorum.
GG: Var bir sorum ama şimdi belki Özlem hanım bir soru sormak diye sona saklıyorum ben kendi sorumu.
ÖT: Ya ben kendimi de tanımladığım materyalist ama eko-feminist pencere üzerinden bakınca aslında bugün sistemin geldiği durum, bu tıkanıklık, bu zaten kadın mücadelesinin önünü açan, güçlendiren de bir durum, çünkü yani binlerce yıllık bir sistem var ama o sistem sürdürülemez durumda, dağılmak zorunda, çünkü o sistem hem doğayı hem de insanları ikilikler üzerinden sömürerek yoluna devam ediyordu ama artık bunun gidebileceği hiçbir nokta yok. İklim krizi zaten gezegeni yok oluşa doğru sürüklüyor. Yani burada ben bu yükselişi, kadın mücadelelerinin tüm dünyadaki yükselişini çok doğal buluyorum, çünkü zaten aslında biz sosyal metabolizmaya ihanet eden süreçler yürüttüğümüz için gezegen yok olmak üzere ve buradan kadınların daha eşitlikçi, tüm toplumsal cinsiyet alanlarında eşitlik getirecek, doğaya, tüm canlılara haklarını verecek bir düzene evrilmemiz yolunda, yani buradaki adımları, buradaki aktivizmi kadınların yapmasını çok daha bulduğumu söylemek istiyorum. Bu kadar.
NM: Peki, ben de şöyle devam edeyim; aslında tabii ki kadın mücadelesi -bu alanda da yani tek tek tabii her şeyi sayamıyoruz ama- sonuç olarak HES'lere karşı verilen mücadele, işte altın aramalarına karşı verilen mücadelede, iklim krizine karşı verilen mücadelede kadınların hep başı çektiğini görüyoruz. Çünkü, sonuçta yani yine söyleyeceğim, savaş gibi bu; savaşın karar vericileri de öyle. Eğer HES’lerden gideceksek, HES'leri planlayanlar, tasarlayanlar ve HES'lerin sahipleri olanlar, onlar da erkekler. Sonuç olarak hani kadınlar da vardır tabii ki, kadınlar olmayacak diye bir şey yok ama aslında erkekler oluyor. Birkaç tane kadınla da bu iş değişecek değil. Sahiplik müessesesi ayrı bir şey. Başka bir iktidar, başka bir cinsiyete de vermiş olabiliyor sahiplerine diyeyim.
Türkiye televizyonlarındaki dizilerin kadın hareketini güçlendirici etkileri
GG: Peki o zaman ben de bir soru sorayım, hem son sözlerinizi söylemek için sözü size bırakmak istiyorum -programın son 4-5 dakikasındayız- hem de şunu sormak isterim; şimdi benim gençliğim 1980 Darbesi gölgesinde geçti denebilir, o zamanlar sol cenahta şöyle bir görüş yaygındı -şimdi de kısmen yaygın olabilir, emin değilim- işte genel sömürü düzenine son verildiği zaman kadınların statüsü de doğal olarak kendiliğinden istediğimiz bir yere ulaşmış olacak. Dolayısıyla kadın hareketi diye bir şeyle ayrıca ilgilenmemize, uğraşmamıza gerek yok, gibi bir görüş vardı. Şimdi o günden bugüne kadın hareketinin çok yol aldığını görüyorum ben. Yani bazı sol çevrelerde halen bu görüş geçerli olabilir ama 40 sene öncesine göre başka bir yerdeyiz diye düşünüyorum. Size de aslında bunu sormak istiyorum, çünkü siz kadın hareketinin içinden aslında şahitliğini de yaptınız bir taraftan. Bundan 40 sene önce nasıl gözüküyordu, 30 sene önceyi, şimdiyle kıyaslarsanız bir kadın olarak durumdaki değişikliği ya da evrilmeyi nasıl anlatırsınız?
NM: Şimdi şöyle, ben 12 Eylül öncesinde, bizim Ankara'da bir derneğimiz vardı, Ankara Kadınlar Derneği. O derneğin örgütlenmesi içinde yer aldım ve işte Ankara'da, Ankara'nın gecekondu bölgelerinde o sırada çeşitli eylemler yapıyorduk, çeşitli, “çoklu kitle çalışmaları” dediğimiz şeyleri yapıyorduk. E biz bunları yaparken kadınlar olarak aslında erkek arkadaşlarımızın, yani böyle işte bir şekilde müstehzi karşıladıkları toplantılar yaptığımızda işte “Hımm sizin toplantılarda yine izdiham varmış” gibi bize takıldıklarını, hatta daha beteri belki de alay ettikleri tablolar vardı. Biz o zaman kendi yolumuza gitmeye çalışıyorduk. Yani esas olarak çok fazla bir şeyimiz yoktu. Ortada çok kitap da yoktu, yani aslında bu olay falan yeni başlamıştı artık. Onları okumaya ve anlamaya çalışıyorduk ya da çalışmıyorduk. Şimdi yıllarını tam da hatırlayamıyorum, böyle bir dönemde erkeklere, biz kadınlar olarak pek çok soruyu sormayı beceremiyorduk o sırada. Bazı şeylere itirazlarımız vardı ama çok şeyli olarak, yani bir bilinçle değil insiyaki olarak gelen şeylerdi itirazlarımız ya da kişisel. Yani ben mesela genelde her şeyi sorgulamaya çalışan biriyim, bunun feminizmle ya da kadınlık durumuyla bir ilgisi yoktu o dönemde. Şimdi tabii daha başka bir şey oldu ve bunun 40 yılda sadece benim gibi hani, sonuçta ben de, ne oldu, işte 70 yaşını geçmiş durumdayım, bunca yılda çok dönüştüğümü düşünüyorum. Sadece ben değil, işte tanıdığım okumuş, yazmış ya da okumamış, yazmamış olan kadınların ve Türkiye'yi çok dolaşan biri olarak, gazeteci olarak, Türkiye'nin her yerindeki kadınların, özellikle Kürt kadınlarının, bütün bunların çok büyük mesafeler aldığını düşünüyorum. Bu mesafeler erkekleri düşündüren ve onların aslında yani kendilerini sorgulamasına yol açması gereken durumlar. Şöyle bir şey, bir örnek vereceğim küçük; yeni bir diziye başlıyoruz biz, bir akademisyen arkadaşımız Profesör Doktor Ali Cevat Taşıran, bizim 11 yıl içinde, 2008’le 2018 yılı içindeki şeylerimizi, çeteleleri, işte erkek çetelerini istatistikçi olarak yeniden değerlendirdi. Yani bunlar ne manaya geliyor? Biz sayısal olarak açıklamalar yapıyorduk, tabii daha anlaşılır kılmak diye bir şey var ve buradan ortaya çıkan çok önemli sonuçlar var. Bir tanesini söyleyeceğim size; o şunlarla karşılaştırıyor, nüfus oranı, yani nüfus. Söz gelimi şimdi erkekler İstanbul'da en çok kadını öldürüyorlar. En çok kadın öldürülen şehir İstanbul. Fakat bu bize ne söylüyor? Bunun aslında ne söylediğini değerlendirdi, onu yayınlayacağız. Şunu söylüyor aslında: Gelişmişlik düzeyi, yerleşimlerin nüfusu bütün bunlar üzerinden ve oradaki suç oranlarıyla karşılaştırarak bunların şeyini çıkartıyor, her türlü şiddet türünün karşılaştırıyor, ne azaltıyor, ne çoğaltıyor? Böyle bakıldığında İstanbul gibi sosyal gelişmişlik düzeyi -SEGE ölçümleri diyorlar buna- yüksek olan bir şehirde giderek kadın katli dahil şiddet oranları düşüyor. Bu neden düşüyor? Bunu bir yorumunu şimdi ben yapıyorum, şu anda kabaca ve üzerine çok çalışılması gereken bir şey, kadınların bugün geldikleri noktalar. Yani bu kadın sadece üniversite mezunu bir kadın değil, hiç okuma okuma-yazma bilmemiş bir kadında da farkındalık çok gelişmiş durumda. Ve bunda bizim hakikaten eleştirdiğimiz medyanın ve en çok da televizyonun -belki de şaşıracaksınız- dizilerin bile çok etkisi var. Çünkü son yıllarda bakıldığında Türk televizyonlarında, Türkçe yayınlarda, Türkçe televizyonlarında diyeyim -ya da nasıl diyeceksem- çok daha güçlü, mücadele eden, boyun eğmeyen, karşı çıkan kadınlarla karşı karşıyayız. Bütün bunlar model olabiliyor yani. Erkek şiddetine karşı çıkan... Hepsi mi böyle? Hayır tabii ki. Eleştirecek pek çok şey var, ama aslında sürekli bir sorgulama şeyi var ve kadınlar bunları çok iyi algılıyorlar ve çok iyi alıyorlar diye ben şey yapıyorum. Yani şimdi “Hay Allah ne kadar muhteşem bir tablo var” gibi düşünmenizi istemiyorum ama bunların da aslında görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu da aslında 1980 sonrası feminist öncülerin yaptığı -o dikey örgütlenmenin diyeceğim bir nevi- tepeden bir araya gelen bir avuç kadının aslında bütün Türkiye'ye yaydıkları bir şey. Yani ta o zamanlar, ben biliyorum, kendim bunu yaşamıştım, burada feministlerin bar baskınları oldu 1990’larda. Onlar barları bastılar. Ben Mardin'e gittiğimde oradaki konuştuğum avukat bar basmalarından çok korkmuştu. Karısının da bar basacağını düşünüyordu. Dolayısıyla böyle bir yayılma ve bir bulaşıcılık var. Bu bulaşıcılık son derece önemli geliyor bana.
GG: Peki böylece de bitirelim. Aslında olumlu bir notla da bitirmiş oluyoruz. Çok teşekkür ederiz. Bugün Türkiye'de kadın hareketi konusunda konuştuk gazeteci Nadire Mater konuğumuzdu. Teşekkür ederiz Nadire hanım yeniden.
NM: Ben teşekkür ederim.
ÖM: Teşekkürler.
ÖT: Teşekkür ederiz
GG: Hoşça kalın.
ÖM: Görüşmek üzere, hoşça kalın.